Portekiz’in en kalabalık şehri ve başkenti Lizbon. Aynen Roma ve İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş. Tabii her ne kadar yedi tepe üzeri kavramı fantastik ve romantik gözükse de bu şehirleri gezerken yokuş in, yokuş çık yorucu oluyor. İklimi de harika. Okyanus kenarı olduğu için akşamları tatlı bir rüzgar var. Yaz günü bile Lizbon’a gidiyor olsanız geceleri için bavula hırka, kazak atmayı unutmayın. Kışları da gulf stream akıntısı nedeniyle Avrupa’nın en ılık geçen şehirlerinden.
Bir kere gider gitmez ilk işiniz Belem’de Pasteis de Belem’i yani Belem Pastanesi’ni bulmak olmalı. Orijinal Belem tartını yiyebileceğiniz dünyadaki tek yer. İlk olarak Jeronimos Manastırı’nın rahiplerine yapılmaya başlanan tart daha sonra halk tarafından sevilince herkese açılmış. Bu ünlü tartın tarifini bilen yaşayan 4 kişi var. Bu dörtlü aynı anda otobüse, arabaya ve uçağa binmiyor. Sabah 7’de hamurunu, kremasını hazırlayıp teslim ediyorlar. Tarifi öğrenilmesin diye de başka şubesi yok. Bu arada pastanenin her daim önünde büyük kuyruklar var. Bu kuyruk paket olarak almak isteyenlerin kuyruğu. Aman ha oturmak için boşuna bu kuyruğu beklemeyin. Kim bu salaklığı yapar demeyin. Yaptık…
Şimdi bu hikayeyi duyunca adamları kaçırma, zorla tarifi öğrenme, işkence yapma, aynı anda dördünü uçağa bindirme gibi hayallere dalıyorsun. Ama dalmayın. Çünkü milföy hamurunun üzerine yumurtalı kremamsı bir şey bu meşhur Belem turtası. Annem senelerce milföy içine patlıcan yerine muhallebi koysaymış Belem turtasını bulmuş olacakmış.
Belem’de deniz kenarında harika restoranlar var. Buralarda karides, ahtapot, kalamar, yengeç, midye ve balık bolca yiyebilirsiniz. Porsiyonlar çok büyük üstelik de bir Avrupa şehri için oldukça ucuz. Kalamar geliyor yanında 1 kilo patates, 1 kilo fasulye. Ahtapot geliyor yanında 1kilo patates, 1 kilo kabak. Kısacası tek bir kalamar söyleyerek bile doyabilirsiniz yanındaki kilolarca sebzeyle. Tek sorun siz İngilizce garsonlar Portekizce konuşuyor. Ama vücut dili her şeye ilaç. Aşka bile. Yine karmaya aşk mesajımızı yolladık o zaman semirmeye devam edebiliriz.
.
Bir şehri gezerken ara sokaklara dalmayı, şehri didik didik etmeyi çok seviyorum. Nedense ana sokalar bana vitrin gibi gelir hep. Ortalıkta gezen turistler size şehri anlatamaz. Şehri anlamak için ara sokaklara dalıp yerli halkı bulmalısınız. Şehri didik didik edeceğim diye gözüme uyku girmediği için sabahın 6’sında uyanıyorum. Arkadaşlar “Pamuk toplamaya tarlaya mı” deseler onları da peşime takıp düşüyorum yollara. Portekizliler çok sıcakkanlı ve yardımseverler. Bir şey sorduğunuzda seferber olup yardım ediyorlar.
Gitmeden araştırıp bir pazarını öğrenmiştim. Mercado do Ribiera, Lizbon’un en büyük pazarı. Sömürgecilik yıllarında Asya, Afrika ve Güney Amerika’dan sebze-meyve buraya gelirmiş. Bilim kurgu filmlerine benzeyen tropik meyveler var burada. Aynı zamanda yemek yiyebileceğiniz butik dükkanlar var. Tartar yapan bir yeri görünce dayanamayıp koştum. Hem dana-tartar hem de tuna-tartar deneyerek açgözlülüğümün sınırlarını zorladım.
Belem Kalesi gün batımında çok ihtişamlı ve hüzünlü duruyor. Coğrafi keşifler boyunca gemiciler buradan yola çıkmışlar. Aileler kocalarını, babalarını ve oğullarını buradan geçirir ve vedalaşırlarmış. Maalesef büyük çoğunluğu geri dönemediği için kadınlar burada ağıtlar yakmışlar gelmeyenler için. İşte o ağıtlar fado’yu doğurmuş. Fado’nun içinde derin bir hüzün var. Oğlunu kaybeden annelerin çığlıkları, kocası gelmeyen kadınların umutları. Ancak fado turistik bir hal alıp eğlenceli hale gelmiş zamanla. Bairro Alto bölgesi fado dinlemek için ideal bir yer. Yemek eşliğinde fado şovlar izliyorsunuz. Cafe Luso, Lizbon konusunda deneyimli bir arkadaşımızın tavsiyesiydi fado için. Çok da memnun kaldık.
Lizbon köprüsü, sokakları, tramvayları, haliçli coğrafi yapısıyla İstanbul’u hatırlatır. Ama daha az kalabalık ve daha az trafik olanı. Yani tam da hayal ettiğimiz gibi olanı. 4 buçuk saat uçak yolculuğuna değer. Gidin.
Afiyet olsun, iyi gezmeler.
Nikol BASOĞLU / [email protected]