"....marka bilekliğin yoksa gezide bizimle arka koltuğa oturamazsın."
"... marka termosun yoksa bahçede bizimle takılamazsın."
"... marka çantan yoksa çıkışta bizimle gelemezsin."
"... marka çanta süsün yoksa eziksin."
Bu cümleleri neredeyse her gün duyuyorum, yaşları 7-10 aralığında olan danışanlarımdan.
Beden algısı bugün yalnızca kiloyla sınanmıyor. Psikanalitik olarak beden, bir "ben" temsili taşıdığı için, çocuk açısından her türlü dış görünüm, aynı zamanda iç dünyasının bir aynasıdır. Ve şimdi o beden; üzerindeki markayla, taşıdığı çantayla, taktığı bileklikle değer kazanıyor ya da değersizleşiyor. Bu, çocuk açısından yalnızca sosyal bir aidiyet sorunu değil; aynı zamanda derin bir varoluş sınavı.
Psikanalist Francoise Dolto, çocukların bedenlerinin aynı zamanda bir "dil" olduğunu söyler. Yani çocuklar henüz kelimelere dökemeseler de, bedenlerini kullanarak dünyaya kim olduklarını anlatmaya çalışırlar. Lacan'a göre ise beden, "ayna evresi"nden itibaren çocuk için benliğin temelidir. Kendini ilk kez bir bütün olarak aynada gördüğünde, dışarıdan gelen onayla bu bedeni sevmeyi ya da reddetmeyi öğrenir.
Ancak bugün çocuklar aynaya değil, sınıftaki "havalı" arkadaşının kolundaki marka çantaya bakıyor. O markayı taşıyamadığında, yalnızca eşyadan değil, kendiliğinden de mahrum kalıyor. "Ben yeterince iyi miyim?" sorusunun cevabını, artık içsel bir histen değil, dışsal bir etiketten alıyorlar.
Bazı aileler, çocukları dışlanmasın diye bu markalı ürünleri alıyor. Bazılarıysa, çocuğunun "gerçek değeri"ni başka yerden öğrenmesini istediği için almayı reddediyor. Her iki tutum da kendi içinde anlaşılır, ama çözüm çoğu zaman iki ucun arasında bir yerde. Çocuğun değerinin, dış dünyadaki onayla değil, kendi bedenine duyduğu saygıyla şekillendiği bir dengeye ihtiyacımız var. Çünkü marka, çocuk için sadece "bir şey" değil, benliğini ifade etme biçimi haline geliyor. Ve benlik o kadar kırılgan ki... Bir çanta süsüyle sarsılabiliyor.
Ben yıllardır ailelere hep aynı şeyi söylüyorum: "Uğruna kavga edeceğiniz tek şey spor olsun."
Spor, çocuğun bedenine sadece estetik değil, anlam da kazandırıyor. Beden artık bir vitrin değil; koşan, terleyen, güçlenen, mücadele eden bir varlık. Ve çocuk zamanla öğreniyor: Değerli olan o termos değil; sahada attığı pas, yarışta aldığı derece. Spor, çocuğun benliğini dış dünyadaki geçici etiketlerden ayıran bir içsel yapı inşa ediyor.
Sporla birlikte kısıtlı ve kontrollü ekran süresi, çocukların yalnız kalabilme kapasitesi ve kuşak farkı bilinci, günümüz çocuklarını "ben kimim?" sorusuyla baş edebilecek donanıma kavuşturuyor. Çünkü kendiyle baş başa kalabilen bir çocuk, başkalarının etiketlerine daha az muhtaç oluyor.
Çocuklar, o bilekliğin, o çantanın sadece belli bir yaşa ait olduğunu; zamanla oyunun kurallarının değiştiğini anlamaya ihtiyaç duyuyor. Bu farkındalık, çocukluğun keyfini sürdürebilmeleri için bir ön koşul.
Bir çanta süsüyle ezilen bir çocuk, yalnızca dışlanmış olmuyor; aynı zamanda iç dünyasında da parçalanıyor. Bedeninin temsil gücü zayıflıyor, kendilik değeri yıpranıyor. Ve biz yetişkinler olarak bu oyunu yeniden yazabiliriz. Çocuklarımızı markaların değil, bedenlerinin gücüyle sevdirmeliyiz. Onlara dış etiketlerin değil, iç disiplinin izinden yürümeyi öğretmeliyiz. Ve belki o zaman, çantasına taktığı süs değil; sahada verdiği emek konuşulur. O zaman çocukluk, gerçekten çocukluk olur...
Fotoğraflar: iStock