Hazırlanın! İstanbul'un merkezinden kısacık bir uzaklıkta, Silivri'de kendinizi bambaşka bir dünyada bulacağınız bir yolculuğa çıkıyoruz... "Grandma's Wonderland" adını verdikleri bu çiftlik, son yıllarda görüp görebileceğiniz en samimi gastronomi deneyimlerinden birine ev sahipliği yapıyor. Burada sofralar aceleyle değil, doğanın ritmiyle kuruluyor. Bu dünyanın kalbinde açılan The Barn ise tüm bu yolculuğun en lezzetli durağı oluyor.
Önce biraz Grandma's Wonderland ve The Barn'ın hikayesinden bahsedelim. Bu taş bina aslında zamanında bir atın ahırı olarak kullanılıyor. Atın adı Veroni. Gün geliyor, bu ahır şaraphaneye, taş fırına sonra da mutfağa dönüşüyor. Şimdi ise çiftliğin kalbinin attığı bir sofraya... Hikayenin kendisi bile insana "Burada farklı bir şeyler var" dedirtiyor değil mi?
Farkın en büyük kaynağı ise Şef Buğra Özdemir. Özdemir, 2019'da yeni deneyimler peşine düşerek Kopenhag'a gidiyor, ardından Michelin yıldızlı restoranlarda çalışmaya başlıyor. Günler aylar birbirini takip ederken Buğra Şef, sıfır atık mutfak üzerine kafa yoruyor, üstüne bir de Yeşil Michelin Yıldızı üzerine tez yazıyor. Beş yıl sonra tekrar Türkiye'ye dönüyor ve The Barn'ın başına geçiyor. Açık söylemek gerekirse, bir şefin yurt dışında edindiği deneyimle kendi toprağına dönmesi benim için her zaman heyecan verici. Çünkü işin içine hem yerel ürün bilgisi hem de küresel mutfak disiplini giriyor.
Grandma's Wonderland yalnızca bir çiftlik değil, sürdürülebilirliğin ete kemiğe bürünmüş hali. Burada hiçbir şey ziyan olmuyor; üzüm kabuğu sabuna, posası vücut ovması ve sabuna, çekirdeği ise antioksidan yağlara dönüşüyor. Kışlık budamalar yakacak oluyor, elmadan ayvaya her meyve farklı bir lezzet yolculuğuna çıkıyor: sirke, reçel, şıra, tatlı tabakları... Kendi balını üreten, aromatik otlarını çaylara katan bu toprak, sıfır atığı yalnızca bir prensip değil, sofranın lezzetini artıran bir yaşam biçimine dönüştürüyor.
"Sürdürülebilirlik" kavramının The Barn Restaurant'da da içi boş değil. Burada gerçekten sıfır atık mutfak uygulanıyor. Bu yüzden deneyim sadece damak zevkini değil, aynı zamanda vicdanı da tatmin ediyor. Çünkü yediğiniz şeyin doğayla uyum içinde olduğunu bilmek, yemeğin tadını iki katına çıkarıyor. The Barn'ın menüsü sabit değil; mevsimle birlikte değişiyor. Bahçeden çıkan domates, hemen tabağınıza giriyor. Ata tohumlarından yetişen sebzeler, neredeyse topraktan koparıldığı gibi sofrada. Etler ve süt ürünleri Trakya meralarından geliyor, deniz ürünleri Silivri limanından. Hatta sirkeniz bile çiftliğin kendi elma ağaçlarından. Burada "tarladan sofraya" laf olsun diye söylenmiş bir slogan değil, mutfağın gerçek işleyişi.
Gelelim işin lezzet kısmına. Burada yemek yerken yalnızca karnınızı doyurmuyorsunuz; gerçekten başka bir bilinçle kalkıyorsunuz masadan. Odun fırınından çıkan biberiyeli etin kokusu tüm çiftliğe yayılıyor. Bir yudumda kendi bağlarının şarabı, bir lokmada bahçenin otlarıyla pişmiş sebzeler... Yani çatalınızı toprağa, bıçağınızı denize değdiriyorsunuz adeta.
Sonuç mu? The Barn, İstanbul'a yakın mesafede nefes almak, doğayla ve gerçek tatlarla buluşmak isteyenler için mükemmel bir adres. Şef Buğra Özdemir'in elinden çıkan her tabak, sürdürülebilir mutfağın Türkiye'de ne kadar rafine bir noktaya gelebileceğinin kanıtı.
Kısacası, buradan kalktığınızda sadece tok değil, mutlu ve iyi hissetmiş oluyorsunuz. Zaten iyi bir mutfağın ölçüsü de bu değil mi? Siz ne dersiniz?