İskoçya, doğasıyla insanı büyüleyen bir coğrafya. Sadece coğrafi konumu değil, atmosferi de kendine özgü. Bulutların yerini neredeyse hiç bırakmadığı o geniş topraklar, tarih boyunca şairlere, yazar ve ressamlara ilham vermiş. Her mevsim ayrı bir yüzünü gösteriyor bu ülke; yazın bile serinliğiyle, sonbaharın kızıl tonlarıyla ya da kışın beyaza bürünmüş dağlarıyla. İskoçya'yı gezerken sanki zamanda yolculuk yapıyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz. Çünkü burası sadece bir ülke değil, adeta bir masal diyarı.
Kaleleri, kiliseleri, is kokulu viskileri, sisin içindeki gölleri, o gölden çıkan hayali canavarı ve anlatılacak pek çok hikâyesiyle bu topraklar; kahramanlarıyla ünlü, asi İskoçya.
İskoçya'nın her köşesi ayrı bir efsaneye ev sahipliği yapıyor. Burada sıradan bir taş bile, yıllar boyunca anlatılan destanların sessiz tanığı. İskoç halkının gururu olan etek, yatak ya da battaniye olabilen kiltleri, çalgıları ve geleneksel dansları da bu kültürün renkli parçaları. Viskinin damıtıldığı gizemli dağ evlerinden, Highland oyunlarının coşkusuna; göllerin mistik sessizliğinden, kalelerin savaş meydanı hikayelerine kadar her detay bir başka dünyaya açılan kapı.
İskoçya'ya bir gezi, aslında biraz da geçmişe dönmek, geçmişte yaşamak gibi. Cesur Yürek, Outlanders, Ivanhoe ya da Harry Potter filmlerinin içine girmek gibi.
Özellikle tarihi diziler ve filmler sayesinde İskoçya, fantastik edebiyat ve sinema severlerin uğrak noktası haline geldi. Bu eserler sadece birer hikaye değil, aynı zamanda İskoçya'nın ruhunu, insanlarını ve doğasının sert güzelliğini gözler önüne seriyor. Gerçekten de buraya ayak bastığınızda, kendinizi o filmlerdeki kahramanların arasında bulabilir, eski zamanların savaşlarını ve aşklarını daha canlı hissedebilirsiniz.

İskoçya'nın başkenti, taşın hafızasıyla, sokakların gizemli sır dolu esrarengiz sessizliğiyle; Edinburgh... Taş sokakları ve karanlık görünümlü binalarıyla biraz gotik, biraz masalsı. Şehre ilk adımı attığınızda burnunuza gelen koku; nem, is ve tarih. Peki nedir şehrin bu gizemli, çatısı baca dolu binalarını böyle kara yapan?
Aslında birkaç sebebi var. İskoçya genellikle yağışlı ve nemli. Öncelikle mimaride dönemin üslubuna uygun, temizlenmesi çok güç kum taşı ya da koyu renk taşlar kullanılmış. Şehirden eksik olmayan nem ve yağmur sadece tarih boyunca toprağı değil binaları da yeşillendirmiş, mantarla kaplamış ve karartmış. Bir de endüstriyel etki var elbette. Sanayi devrimi döneminde fabrikalar yoğun kömür kullanırmış. Bu da hava kirliliğine yol açarmış. İşte o kurum birikintileri de uzun yıllar kalıcı olmuş ve binaların dokularına işlemiş.
Bu karanlık taşların, o yaşlı duvarların ardında aslında yılların hikayesi saklı. Her bir taş, yüzlerce yıl boyunca İskoç halkının sevinçlerini, acılarını, savaşlarını ve barış zamanlarını dinlemiş gibi. Şehirde hava her ne kadar sık sık kapalı ve yağışlı olsa da, bu kasvetli atmosfer Edinburgh'un mistik havasına inanılmaz bir katkı sağlıyor.
Bir sebep daha! Eskiden ısınmak için her odada tek tek şömine veya soba bulunur, her odanın bağımsız bacaları olurmuş. İşte bu nedenle çatılarda çok sayıda baca göreceksiniz. Bu bacalardan çıkan kurumlar binaları karartsa da sadece ısınmak için değil evin havalandırılması, içerideki nemin ve dumanın çıkarılması için de önemliymiş. İşte tüm bu sebepler bir araya gelince İskoçya'nın gizemli karanlık ve kasvetli binaları ortaya çıkmış.
Kentin en çarpıcı caddesi Victoria Street, Harry Potter hayranlarının uğrak yeri. Harry Potter serisinin İngiliz yazarı J.K. Rowling, filmleri gişe, kitapları satış rekorları kıran kitaplarının büyük kısmını Edinburgh ve Londra'da yazmış. Edinburgh'daki kafelerde ve evinde uzun saatler boyunca hikayelerini kaleme alan yazarın yarattığı büyülü dünya, şehrin gerçek mekanlarından ilham almış.
Bu cadde, sadece Harry Potter severler için değil, fotoğrafçılar, sanatçılar ve gezginler için de büyüleyici bir yer. Sokağın her köşesi ayrı bir keşif sunar; antika kitapçılar, geleneksel İskoç kahvehaneleri ve el yapımı ürünler satan dükkanlar ziyaretçileri bekler.
Royal Mile boyunca yürürken gözünüz bir yanda kale duvarlarında, diğer yanda vitrinlerdeki el dokuması yün atkılarda olacak. İskoçya'nın en önemli simgelerinden biri olan kalenin tarihi binlerce yıl öncesine dayanıyor. Orta Çağ'dan beri hem kraliyet sarayı hem de askeri üs olarak kullanılmış. Her yıl milyonlarca turisti ağırlayan kalede İskoç tacı ve tarihi toplar gibi değerli eserler sergileniyor. Turistleri en cezbeden şey de her gün saat 13.00'te surlardan yapılan top atışı... Kale içindeki müzeler ve sergiler, İskoç kraliyet tarihine ışık tutuyor ve ziyaretçilerini zamanda yolculuğa çıkarıyor.
Arthur's Seat'e tırmanmak isteyenleri hafif zorlu bir yol beklese de, manzarası büyük ödül. Kış aylarında çok erken kararıyor hava, bu yüzden müzeleri gezmek istiyorsanız rotanızı sabah saatlerine denk getirmenizi öneririm.
Limanda bulunan, zarif tasarımı ve kraliyet simgeleriyle süslenmiş detaylarıyla dikkat çeken Kraliyet Yatı, İskoç kraliyet ailesinin deniz yolculukları için kullandığı tarihi bir gemi. Günümüzde müze olarak ziyaretçilere açık ama siz bir müzeden çok geçmişe bir yolculuk yapıp, kral, kraliçe, prens, prenseslerin yatak odalarında gezeceksiniz. Bu yat, sadece bir gemi değil, İskoçya'nın kraliyet yaşam tarzını ve denizcilik tarihini yansıtan eşsiz bir anıt. Zarif oyma işçiliği, lüks kabinleri ve gösterişli salonlarıyla ziyaretçileri zamanda yolculuğa çıkarıyor.
Bu arada sokaklarda yürürken geçmiş size eşlik ediyor olsa da şık restoranların lezzetleri de sizi bekliyor. Dome isimli eski bir banka olan restoran, gördüklerimin en şıklarından.
Yüksek tavanları, gösterişli dekorasyonu ve zengin menüsüyle Edinburgh'un en seçkin mekanlarından biri, bu restoran. Burada İskoç mutfağının geleneksel tatlarını modern dokunuşlarla deneyebilirsiniz. Akşam yemeğinde meşhur İskoç somonu ya da haggis'i tadabilir, yanında bölgenin ünlü viskilerinden birini yudumlayabilirsiniz.

Edinburgh'un içinde ama şehrin karmaşasından uzak kendinizi sanki bir kartpostalın içinde hissedeceğiniz bir semt var, adı Dean Village. Su kenarına dizilmiş taş evler, minik köprüler, çiçekli pencereler... Fotoğraf çekmekle bakakalmak arasında kalacağınız bir yer. Bu kadar sessiz bir güzelliğin merkezde olması şaşırtıcı.
Dean Village, 19. yüzyıldan kalma eski bir un değirmeni köyü. Günümüzde hala korunan taş evleri ve Willows nehrinin sakin akışı, buraya huzur ve nostalji dolu bir atmosfer kazandırıyor. Burası, kalabalıktan kaçmak ve doğayla iç içe olmak isteyenlerin tam bir kaçış noktası. Kışın, karla kaplandığında bambaşka bir masalsı güzelliğe bürünüyor.
Buradan yürüyerek Leith'e geçmek mümkün. Water of Leith boyunca yapacağınız bir yürüyüşte kuğulara, ördeklere ve şairane köşelere rastlıyorsunuz. Leith sahilinde küçük bir sabah pazarı da var. Taze balık, ev yapımı marmelatlar, İskoç peyniri, çiçekler... Her şey doğal, her şey güler yüzlü. Sahil boyunca dizilmiş restoranlar, kafeler ve dükkanlar, ziyaretçilere sıcak ve samimi bir ortam sunuyor. Özellikle sabah pazarı, yerel halkla turistlerin buluştuğu, kültürel zenginliğin ve doğal ürünlerin harmanlandığı özel bir pazar.

İskoç tarihinin başrolündeki tarihin sert ve gururlu yüzü Stirling, Edinburgh'tan sadece bir saat uzaklıkta. "Cesur Yürek" William Wallace'ın yurdu. Stirling Kalesi ise tam bir Orta Çağ tablosu. Yukarıdan şehri izlerken insan, sadece manzaraya değil, tarihi bir filme dalmış gibi hissediyor.
Stirling, İskoçya'nın özgürlük mücadelesinin simgesi olarak biliniyor. William Wallace'ın efsanevi hikayeleri burada yankılanıyor. Kale, savaşların ve ittifakların geçtiği önemli bir stratejik nokta olmuş, İskoç kraliyet ailesinin yaşadığı görkemli bir merkez olarak tarih sahnesinde yerini almış. Stirling'de yürürken sanki geçmişin kahramanları sizinle birlikte geziyor gibi hissedersiniz.
Kale çevresindeki sokaklarda dolanırken kendinizi zamanın içinde yürürken buluyorsunuz. Dondurmacılar bile taş yapıların içine saklanmış.
Buralara kadar gelip de efsanelerin gölünden ve o gölün efsanevi canavarından bahsetmemek olur mu? O meşhur canavarı görmeyi ümit ediyorsanız Inverness yönüne giderken, yolunuzu Loch Ness'e düşürmelisiniz. Herkesin aklı canavarda ama gölün kendisi o kadar büyüleyici ki, canavara yer kalmıyor. Su durgun, gökyüzü gri, doğa kelimelerin ötesinde...
Urquhart Kalesi'nin kalıntıları arasında dolaşırken gölden gelen rüzgârın sesi bile size hikâyeler anlatıyor gibi. Bu kadar heyecan yeter, acıktık derseniz Loch Ness'te isli somon ve kalın bir dilim tereyağlı ekmek, günün öğle menüsü. Yanında sıcak bir çay çok da güzel olacak.

İskoç doğasının en sert hali Skye Adası'nda. Feribotla geçerken başlıyor büyü. Rüzgâr suratınıza çarpıyor, ama yolculuk boyunca manzaradan gözünüzü alamıyorsunuz. Yeşil dağlar, gri gökyüzü, uçsuz bucaksız bir sükûnet... Portree, adanın ana kasabası. Rengârenk evler, küçük dükkanlar, balıkçı tekneleri, romantik bir şiir kitabının sayfaları sanki.
Skye Adası, İskoçya'nın en dramatik manzaralarına sahip yerlerinden biri bence. Dağlar, vadiler, şelaleler ve kıyılar birer sanat eseri. Doğa yürüyüşçüleri, fotoğrafçılar ve macera severler için tam cennet.
Elgol tarafında bir balık restoranına girdim. Üç masalık. Sahibi, garsonu ve aşçısı aynı kişi. Midyeyi viskiyle pişiriyor, yanında da deniz manzarası. Daha ne olsun?

Bu kadar romantizmin üzerine nereyi öneririm biliyor musunuz? Sanatın ve sokağın sesi Glasgow'u.
Edinburgh kadar masalsı değil ama çok daha canlı, yaratıcı ve enerjik. Şehrin sokaklarında her köşe başında müzeler, galeriler, sokak müzisyenleri...
The Lighthouse, tasarım ve mimarlık tutkunları için özel bir durak. Gallery of Modern Art'a da mutlaka uğranmalı. Ama en keyiflisi, hiç plan yapmadan yürümek. Şehir bir şekilde kendi hikâyesini anlatıyor.
Kahve için The Willow Tea Rooms, akşam için Ashton Lane'deki restoranlar... Ve tabii ki her köşe başında başka bir viski.
Glasgow, İskoçya'nın endüstriyel geçmişinden sanatsal bir şehir olarak dikkat çekiyor. Tarihi fabrikaların ve limanların yerini şimdi müzeler, galeriler ve canlı kültür mekanları almış.
İşte böyle... İskoçya'yı gezmek, sadece bir ülke görmek değil. Bu ülkenin sesi var: bazen rüzgârda, bazen bir viski kadehinde, bazen ise sadece bir taş duvarda saklı.
Eğer yolunuz düşerse, planlı programlı olmayın. Sis sizi nereye götürürse oraya gidin. Çünkü İskoçya, kaybolmanın güzelleştiği ülkelerden biri.
Fotoğraflar: iStock