Delhi'ye adım attığım gibi ilk dikkatimi çeken susmak bilmeyen korna sesleri oldu. Sabahın beşinde beni karşılayan bu gürültü aslında Delhi halkı için hayatın olağan akışının bir parçası. Gürültüden uzaklaştıkça kendimi ilk olarak Kızıl Kale'ye attım ve adeta büyülendim. Artık bütün sesler susmuştu ve 1639'da Babür İmparatoru tarafından inşa ettirilen kiremit rengi sarayın neden UNESCO Dünya Mirası'na kabul edildiği tartışma götürmezdi benim için. Tarihin derinliklerine yolculuk yaparken, baharat kokularını takip edip şehrin en işlek caddelerinden birinin başında yer alan Jama Mescidi'nde buldum kendimi.
Yapıldığı 1656 yılından beri halen aktif olarak kullanılmaya devam eden bu görkemli Mescit, Hindistan'da İslamiyet'in sembolü olarak kabul ediliyor. Mısırlı iş arkadaşım Sherry ile India Gate'te gezerken dikkatimizi yerel halkın bizimle fotoğraf çektirmek istemesi çekti. Kadın-erkek birçok kişi sırf turist olduğunuz için sizinle fotoğraf çektirmek istiyor. İnsanların bu samimiyeti ve sıcaklığı karşısında "hayır" demek neredeyse imkansız... Delhi'de yerli halkın önerdiği restoranlardan biri olan Pind Balluchi'yi de deneyimledik. Bir Hint klasiği olan "Butter Chicken"ı denedim, oldukça başarılıydı. Lokallerin de sıkça gittiği bu mekan, Hindistan'ın yerel lezzetlerini keşfetmek için ideal bir durak. Ayrıca, Hindistan genelinde sıkça rastlanan ve Churchill'e benzer Banta adlı içeceği de oldukça enteresandı. Bendeki hissiyatı deniz suyu içmek gibi olsa da arkadaşlarım beğendi. Alışveriş için ise Connaught Place çok keyifliydi; fiyatlar uygun olmakla beraber pazarlık payı her zaman var. Akşamki "event" için el yapımı bir tasarım pelerin, Hint bilezikleri ve keten etekler aldım.
Sonraki durağım Mumbai, tam anlamıyla ters köşe oldu diyebilirim. Şehre adım attığım gibi kendimi bir Aamir Khan filminde buldum desem yeridir. Tıpkı adını verdiği Bollywood filmlerinin büyülü dünyasında olduğu gibi her köşesinde bir başka hikâye barındıran bir şehir Mumbai. Gateway of India'nın önünde durduğumda, Arap Denizi'nin manzarası karşısında derin bir nefes aldıktan sonra Colaba'nın sanat galerileri ve butik dükkanları arasında dolaşırken, gözlemlediğim renkli grafitiler, sokak sanatının bu şehrin kalbinin atışı olduğunun birer kanıtı gibiydi.
Mumbai'nin mutfağı da sokakları gibi büyüleyici. Bir hayli acıktığımızdan, kendimizi Trishna restorana attık ve ne kadar doğru bir karar verdiğimizi girer girmez anladık. Trishna'da denediğim ve güvenle önerebileceğim tabaklar; Rawas Tikka (Hint somonu), Makkhan Lahsun Crab (tereyağlı sarımsaklı yengeç), Mutton Chettinad ve Prawn Gassi. Güneş batarken, Four Seasons Mumbai'nin AER adlı rooftop barına çıktığımda, kendimi Manhattan'da gibi hissettim.
Şehrin silüeti eşliğinde muazzam bir gün batımına tanıklık ettim. Buradan, Mumbai'nin iki uç noktasını net bir şekilde görebiliyorsunuz. Slam'lerden (gecekondu) lüks rezidanslara kadar, her iki dünya kuş bakışı aynı karede bir arada. Mumbai'nin kalbinde, şehrin gürültüsünden ve karmaşasından uzak, açık alanda çamaşır yıkama geleneği devam ediyor: Dhobi Ghat. Bu, sadece çamaşır yıkama işlemi değil, aynı zamanda Mumbai'nin tarihini ve kültürünü derinden hissedebileceğiniz bir deneyim.
Mutlaka görmenizi tavsiye ederim. Dünyanın en büyük gecekondu mahallesi olan Dharavi Slum'ı ziyaret etmek isterseniz, rehber eşliğinde bu alana girip gezebilirsiniz. Burada, 2 km alanda tam 1 milyonun üzerinde insan yaşıyor!
Bengaluru, bizi tropikal mimarili harika bir havalimanı ile karşıladı. Lalbagh Botanik Bahçesi'nde yürüyüş yaparken, yeşilin her tonunu hissediyorsunuz. El sanatları dükkanlarında "Malachite" taşı satan yerlilerle sohbet ederken halkın samimiyetini ve sıcaklığını bir kez daha hissettim. Hindistan'da yerlileri anlamak için, geleneksel bir yemek deneyimi yaşamak şart. Ekibimizde tek Hintli olan Meghna'nın önerisiyle Nagarjuna restoranında, yemeği ellerimizle yediğimiz, tabak yerine dev bir muz yaprağı üzerinde sunulan geleneksel bir öğün denedim.
Tabak, isterseniz de gelmiyor. Yanımdaki beş yaşındaki çocuğun o sulu yemekleri elleriyle yemesini şaşkınlıkla izledim. Ayrıca, geleneksel içecekleri Lassi'yi denemenizi tavsiye ederim, ayranımıza çok benzer bir tat barındırıyor. Sokakta deneyimlediğim bir lezzet olan şeker kamışı suyu "Ganne ka Ras" ise taze şeker kamışından önünüzde makina ile dalları kırılarak ve zencefil eklenerek yapılan oldukça farklı bir içecek.
Buzsuz aldık çünkü buzlar musluk sularından olabiliyormuş, bizim midemiz alışık olmadığı için dikkat ettik. Sevdiklerinize de hediye almadan dönmeyin, burada çok güzel kaliteli ipek şallar mevcut. Aynı zamanda merakınız varsa muhteşem kaşmir halılar da evinize kargolanabiliyor. Dönüşte Four Seasons Bengaluru'nun 21'inci katındaki muhteşem manzaralı restoranı Far & East'te akşam yemeği yedik. Mutlaka tadılması gerekenler ise Gindara Saikyo Yaki (black cod), Soft Shell Crab ve tatlı olarak Chocolate Pear.
Son durağım olan Colombo'ya uçtuğumda, Sri Lanka'nın mistik havası beni karşıladı. Tarihi bölgeleri keşfederken, Bağımsızlık Meydanı ve eski tren istasyonu gibi yerleri gördük. Buradaki meşhur Sri Lanka trenine binmek isterseniz bir ay öncesinden rezervasyon yaptırmalısınız. Kandy-Ella arasında doğa mucizesi bir yolculuk geçiriyorsunuz. Red Mosque'un büyüsüne kapılmamak elde değil, kalabalık bir sokağın içindeki cevher gibi. Şehirde "tuk tuk" ile seyahat etmek de oldukça eğlenceli. Ardından, yalınayak girilmesi gereken Gangaramaya Temple'a girdik. Burada, Budist çocukların eğitim aldığını öğrendim ve onlarla sohbet etme fırsatımız oldu. İçeride bir ayine denk geldiğimde, Çinlilerin de ibadet halinde olduğunu gördüm.
Bu ada ülkesinde inanılan dinin felsefesi, acıyı sona erdirmek ve aydınlanmaya ulaşmak üzerine odaklanıyor. Bu amaç doğrultusunda, Nirvana'ya ulaşmak, yani acı ve dünyasal bağlılıklardan kurtulmak hedefleniyor. Biraz ileride, meşhur yılan çalgıcıları ile karşılaştım. İlk iki küçük sepeti görüp irkildim, halbuki yanlardaki büyük torbaların içinde kocaman iki Piton vardı. Pungi denilen bir flüt çalarak iki küçük yılanı oynattıktan sonra torbalardan çıkan kalın pitonlar oradan hızla uzaklaşmama sebep oldu. Fil Yetimhanesi olan "Elephant Orphanage" mutlaka listenize eklenmeli. Pinnawala'daki bu fil bakım merkezi, doğada özgürce dolaşan devasa fil sürülerini görmek için harika bir yer. Yakın zamanda Serengeti'de büyük göç sırasında gördüğüm fil sürülerini hatırlattı.
Burada, fil sütü içirilen yavrulara ve suya giren büyük fil gruplarına tanıklık edebilirsiniz. Hatta duş saatlerine denk gelirseniz, filleri yıkama fırsatını bile yakalayabilirsiniz. Sri Lanka'nın saf doğasında bu nadir deneyimi yaşamak için en az üç saatinizi ayırmalısınız. Bu yolculukta, Hindistan ve Sri Lanka'nın zengin kültürünü, baharatlı lezzetlerini ve sıcak insanlarını keşfetmek muhteşemdi. Her şehir, kendine özgü hikayeleriyle beni karşıladı ve bende unutulmaz anılar bıraktı. Umarım bu yazı, sizlere de yeni keşifler yapma ilhamı verir.
Fotoğraflar: iStock, Shutterstock