2025, Melike Bayık'ın pratiğinde yalnızca yeni projelerin üst üste geldiği bir yıl değil; mekânın, topluluğun ve düşünsel üretimin birbirine yeniden temas ettiği bir eşikti. Farklı şehirlerde, farklı bağlamlarda yürüttüğü küratöryel ve akademik çalışmalar, ona sanatın bugün hangi sorulara yöneldiğini ve hangi kırılmaların içinden konuştuğunu daha yakından gösterdi. Bayık'ın hem yerelde hem uluslararası alanda sürdürdüğü projelerde ortak bir çizgi dikkat çekiyordu: dayanışmanın, kolektif üretimin ve ekolojik hassasiyetin giderek daha belirleyici bir zemin hâline gelmesi. 2025'in izlerini, üretimindeki kırılmaları ve 2026'ya uzanan yeni yönelimleri Bayık'ın pratiği üzerinden okumaya başlıyoruz.
2025 hem yürüttüğünüz küratöryel projeler hem de izleyici olarak takip ettiğiniz uluslararası etkinlikler açısından oldukça yoğundu. Bu yılı sizin açınızdan anlamlı kılan deneyimler nelerdi?
2025 benim için hem düşünsel hem de mekânsal anlamda sınırları genişlettiğim bir yıl oldu. Küratör, sanat danışmanı, yazar ve akademisyen olarak farklı coğrafyalar arasında gidip gelirken, uzun zamandır üzerine çalıştığım dayanışma, katılımcılık ve ekolojik duyarlılık temalarının farklı bağlamlarda nasıl yankı bulduğunu gözlemleme fırsatı edindim. Küratöryel olarak üstlendiğim projeler: Eldem Sanat Alanı LOKAL02, Eulengasse, GreenHouse Art Days ve Bir Adım Var Vakfı–BASE iş birlikleri bana üretim ile topluluk ve izleyici arasındaki ilişkinin ne kadar üretken ve dönüştürücü olabileceğini yeniden gösterdi. İzleyici olarak ziyaret ettiğim bienaller ise bakış açımı tazeleyen, yeni ağlar açan ve kendi pratiğime dair yeni sorular doğuran deneyimler sundu. Bu yıl benim için bir tür hareket hâlinde düşünme, akademik anlamda beslenme ve kavramsal olarak üretme yılıydı.

Eldem Sanat Alanı'ndaki LOKAL02, yerel üretimlerin tarihsel bir mekânla karşılaşmasını merkeze alıyordu. Bu buluşma size üretim ile mekân arasındaki ilişkiye dair hangi yeni ihtimalleri düşündürdü?
Eldem Sanat Alanı'nın kurucu danışmanı olarak bu yapıda yer alıyorum. Ancak LOKAL02'de sergi küratörü olarak beni en çok etkileyen şey, Eskişehir'in çok boyutlu üretim alanında yepyeni sanatçılara temas edebilmiş olmak. Eldem Sanat Alanı'nın kurucu direktörü Esra Eldem ile sürdürdüğümüz bu proje, Eskişehir'de yaşayan ve üreten sanatçıların görünürlüğü, mekân ihtiyaçları ve sanat alanındaki profesyonel varoluşları açısından çok sesli bir yapı olarak devam ediyor. Eldem Sanat Alanı'nın sergi mekânı Dalyancı Konağı'nın tarihsel dokusuna deneysel biçimde temas eden eserler, mekânın hafızasına dokunan ya da onunla kontrast oluşturan bir kurgu içinde izleniyor. Açık çağrı ile Eskişehir'deki sanatçılara odaklandığımız bu yarışma sergisi, yerelde üreten ve Eskişehir'in havzasını yoklayan sanatçıların pratiklerini sergileme açısından çetrefilli ama dikkat çekici bir yapıdaydı. Özellikle jürinin seçkisinden sonra eserlerin mekâna nasıl yerleşeceği üzerine yoğun bir beyin jimnastiği yaptığımı söyleyebilirim. Bazı sanatçıların mevcut eserlerini, sanatçı işbirliğiyle fiziki koşullarını ve biçimsel yapılarını değiştirerek mekânın koşullarına uygun sergileme modelleri geliştirdim. Doğru bağlam yaratıldığında mekân, pasif bir arka plan değil; üretimin ritmini belirleyen ve ona yeni biçimler açan aktif bir partner olabiliyor. Bu da gelecekte mekân–kurum–üretim ilişkisini daha katılımcı modellerle nasıl geliştirebileceğimize dair önemli ipuçları verdi. Aynı zamanda LOKAL02'de sanatçıların atölye ve söyleşi gibi yan projeleri gerçekleştirebileceği kamusal programlara olanak tanıdık. Burada da kurucu direktörümüz Esra Eldem'in yönetimi ve sanatçılarla kurulan işbirliği, Eskişehir'in ihtiyaç haritasını okuma açısından çok katmanlı bir çalışma ortaya koydu. LOKAL02, bulunduğu kente bakan, o kentin ihtiyaçlarını tespit etmek üzere yalnızca lokalde yaşayan sanatçılara alan açan bir yarışma olarak sürüyor. Bu yıl yeni edisyonda sürprizli çalışmalar gerçekleştireceğiz.

Frankfurt Eulengasse Gallery'de küratörlüğünü üstlendiğiniz Seçil Yaylalı'nın "Where do I belong?" sergisinde kökler, göç, bellek ve aidiyet gibi katmanlarla çalıştınız. Bu projeyi sizden dinlemek isteriz, nasıl tepkiler aldınız?
"Where do I belong?" benim için oldukça duygusal, çok katmanlı ve sakin bir yoğunluk taşıyan bir projeydi. Burada Seçil Yaylalı ile daha önce 9. Sinop Bienali'nde gerçekleştirdiğimiz katılımcı pratikteki bir çalışmanın yeni bir yansımasını ve bağlantısını kurguladık. Seçil Yaylalı'nın Sinopale'de katılımcı kadınlarla gerçekleştirdiği, eğrelti otundan yola çıkarak kadınların kendi kökleriyle ilişkilendirdiği ve bir düşünme metaforu olarak kurgulanan proje, burada da köklerin toprakla buluşturduğu bir zemin olarak düşünüldü. Kök salma, yurtsuzluk ve ekofeminizmle biçimlenen bir arzudan yola çıkarak kurduğumuz sergi, Eulengasse'in topluluk temelli yapısıyla etkili bir şekilde kesişti. İzleyicilere yalnızca mekânsal bir deneyim değil, kişisel yaşam hikâyeleriyle temas eden bir yüzleşme ve karşılaşma alanı da sunduk. Köklenme, kök kavramı, aidiyet ve kişisel köklerimiz üzerine düşündüğümüz, dünyanın farklı bölgelerinden heterojen bir anlatı kurduğumuz bir projeydi.
Bu yıl Liverpool Bienali'ni, Berlin Bienali'ni ve Buhara Bienali'ni ziyaret ettiniz. Aynı zamanda İstanbul Bienali'ni de gördünüz. Bu bienallerin üretimleri, küratöryel ve toplumsal bakış açıları ile sizin küratöryel, araştırmacı kimliğiniz arasında hangi benzerlikler, farklılıklar ve kontrastlar öne çıktı?
Bu yıl Liverpool, Berlin, Buhara ve İstanbul Bienalleri'ni ziyaret etmek, farklı coğrafyaların güncel sanatla kurduğu ilişkiyi karşılaştırmalı biçimde görmeme imkân verdi. Her bienalin toplumsal bağlamı, mekânla çalışma biçimi ve kamusallık anlayışı kendi özgün diliyle öne çıkıyordu. Liverpool Bienali'nde özellikle kentin tarihsel katmanlarıyla güncel politik gerilimleri ilişkilendiren eserler dikkatimi çekti. Su, liman, göç ve sömürgecilik temaları kamusal alandaki müdahalelerle mekâna yayılarak izleyiciyi kentin belleğiyle yüzleşmeye davet ediyordu. Cevdet Erek'in güçlü yerleştirmesi izleyiciye kentin kendi dinamikleri içinden bir anlatı sunuyordu. Berlin Bienali ise daha araştırmacı, kavramsal ve dayanışma temelli üretimleriyle sanatın bir düşünme alanı olarak nasıl işlediğini hatırlatan yoğun bir deneyim sundu. Politik kırılganlıklar, kolektif yapılar ve tarihsel analizler burada belirgin bir eksen oluşturuyordu. Larissa Araz'ın burada sergilenen yapıtı, köklü bir tarih ve sosyopolitik kimlik kırılmalarına dair güçlü bir izlenim taşıyordu. Buhara Bienali'nde beni en çok etkileyen, Orta Asya'nın köklü zanaat geleneklerinin güncel sanatla kurduğu akışkan ilişkiler oldu. Kilim, seramik, nakış ve minyatür gibi üretimler nostaljiye sapmadan; ekoloji, kimlik ve toplumsal bellek üzerine düşünmenin bir yöntemi olarak ele alınıyordu. Sanatçıların yerel zanaat ustalarıyla birlikte ürettiği işler çarpıcı bir referans taşıyordu. Vahap Avşar ve Hera Büyüktaşçıyan'ın bölgeyi iyi araştırarak geliştirdiği eserler özellikle öne çıkıyordu. İstanbul Bienali ise tüm bu deneyimlerin arasında hem bana en yakın olan hem de yerel kırılmalarla küresel tartışmalar arasında özgün bir köprü kuran bir yapı sundu. Türkiye'nin problemlerini uluslararası ölçekte izleyen, farklı coğrafyalardan eserleri bir araya getiren bir organizasyondu. Bu dört bienal, kendi küratöryel pratiğimde önem verdiğim kamusallık, mekân, bellek, dayanışma ve ilişkisel yapılar gibi kavramların farklı coğrafyalarda nasıl dönüştüğünü görmemi sağladı. Hem benzerlikler hem de ayrışmalar gelecekteki düşünsel yönelimlerime yeni bir derinlik kattı. Ayrıca yeni dönemde üreteceğim projeler için küresel eğilimleri görmek açısından da heyecan vericiydi.

Greenhouse Art Days'de gerçekleştirdiğiniz "Yüzeyin Kabuğunda" sergisinde su ve toprağın belleğe, ritüele, kayba ve iyileşmeye dair taşıdığı anlamlara odaklandınız. Bu sergiyi kurgularken insan–doğa ilişkisinde hangi kırılma noktası sizin için belirleyici oldu?
Sergiyi hazırlarken beni en çok meşgul eden soru, doğa ile kurduğumuz ilişkinin geri döndürülemez bir eşiğe gelip gelmediğiydi. Geyikbayırı'nda dağların canlı çeşitliliği, suyun mevsimsel devinimi ve toprağa dair kadim ilişkiler, insanın "iz bırakma" hırsıyla doğanın kendi ritmi arasındaki gerilimi düşünmeme yol açtı ve bölgenin hafızasında bir sergi kurgulamaya itti. Yöre halkı olan Yörüklerin doğayla kurduğu güçlü ve saygılı ilişki, bugünün insanının suya ve toprağa verdiği karşılıksız zararla kıyaslandığında bu bağın peşine düşme heyecanı yarattı. Projede Seniha Ünay ve Aşkın Ercan'ın toprak ve suyla kurdukları ilişkiyi görünür kıldığımız, Geyikbayırı'na odaklanan bir sergi gerçekleştirdik. Greenhouse Art Days'den Züleyha Geels ve Oksitosin Tıp ve Sanat Platformu'ndan Prof. Dr. Elif Vatanoğlu-Lutz işbirliğiyle gerçekleştirdiğimiz bu proje, altı ayda bir ekoloji odağında programlanmaya devam edecek ve konuk sanatçı programı ile psikocoğrafya araştırması yaparak sürecek.
Bir Adım Var Vakfı ile BASE'de yürüttüğünüz seçki, genç kadın sanatçıların görünürlüğünü artırmayı hedefliyordu. Bu yıl karşılaştığınız üretimlerde sizi en çok etkileyen şey ne oldu?
İpek Ilıcak Kayaalp tarafından kurulan Bir Adım Var Vakfı'nın genç bursiyerlerinin üretimlerine sinen cesaret, ilerleme tutkusu ve öğrenme heyecanı beni çok etkiliyor. Vakfın Türkiye'deki çeşitli üniversitelerde eğitim alan sanat, müzik, spor, bilim ve teknoloji gibi alanlardaki bursiyerleri, mentorluk buluşmaları ve özel çalışmalarla destekleniyor. Sanat alanında ise görsel sanatlar bursiyerlerine mentorluk, portfolyo çalışmaları ve sanat ekosisteminde profesyonel kariyer anlatıları gibi eğitimler veriyoruz. BASE ise bursiyer öğrenciler için çok değerli bir sergi, profesyonel sanat dünyasıyla buluşma ve iletişim geliştirme alanı oldu. BASE seçkisinde yer alan bursiyer öğrenciler, disiplinler arası yaklaşımları ve eğitimlerde edindikleri birikimle ürettikleri eserleri sundular. Bu sergi ve sanat bursiyerlerinin çalışma motivasyonları; adım atmaktan çekinmeyen, güçlü sezgilerle ilerleyen genç kuşağın ifade biçimlerinin ne kadar zenginleştiğini gösterdi. Bir Adım Var Vakfı'nın desteklediği görsel sanatlar bursiyerlerinin BASE sergisindeki seçki, birlikte düşünmenin, üretmenin ve desteklenmenin önemini bir kez daha ortaya koydu.

Abu Dhabi Art'ta bu yıl sizin için öne çıkan yaklaşımı ve fuarın genel atmosferini nasıl değerlendirirsiniz?
Abu Dhabi Art'a son yıllarda küratör, sanat danışmanı ve koleksiyon yöneticisi olarak davet ediliyorum; ancak bu yıl ilk kez gidebilmek için zaman yaratabildim. Özellikle odak ülkelerden birinin Türkiye olması ve Türkiye'den birkaç önemli galerinin hem modern Türkiye sanat tarihinden eserler hem de çağdaş sanat alanından sanatçılarla güçlü bir seçki sunması değerliydi. Fuar, katılımcı sayısı açısından da oldukça büyüktü ve dünyanın birçok ülkesinden galerileri ve sanatçıları ağırladı. Güncel sanat ekosistemi ve koleksiyoner dinamiklerini görmek açısından heyecan vericiydi. Hem küratör hem koleksiyon yöneticisi ve sanat danışmanı olarak yeni sanatçılar keşfettim, alternatif galerilerle işbirlikleri kurdum. Fuarın gelecek yıl Frieze çatısı altında büyüyecek olması, Körfez bölgesinde zaten güçlü olan bu destinasyonun daha da önem kazanacağını gösteriyor.
2025 boyunca Türkiye'nin farklı şehirlerinde ve yurtdışında pek çok sergi ve bienal takip ettiniz. Bu yolculukta izleyici davranışlarında ya da sergi kültürlerinde gördüğünüz belirgin farklar nelerdi?
En belirgin fark, izleyicinin sergiye yaklaşım biçiminde görülüyor. Türkiye'de katılımcılık ve sosyallik daha çok diyalog, paylaşılan konular ve mekânın gündelik–olağandışı akışı üzerinden kurulurken; Avrupa'da izleyici daha bireysel, daha yavaş ve metne eşlikli bir deneyim tercih ediyor. Orta Asya ve Körfez bölgesinde ise izleyici merakı çok daha doğrudan, temas etmeye ve soru sormaya açık. Bu farklar, sergi tasarımının, anlatı kurgusunun ve küratöryel bakışın tekil bir dil yerine çoğul okumalara açık olması gerektiğini gösteriyor.

2026'ya girerken gündeminizde hangi yeni projeler ya da hangi soru işaretleri var?
2026'ya girerken aklımda iki büyük eksen var: Biri, uzun zamandır üzerine düşündüğüm kolektif üretim ve dayanışma modelleri üzerine geliştirdiğim birkaç projeye yoğunlaşmak; diğeri ise uluslararası ortaklıklar üzerinden devam eden çalışmaları sürdürmek. Bir Adım Var Vakfı, Hitay Vakfı, Eldem Sanat Alanı, Greenhouse Art Days ve Almanya, İspanya ve Bulgaristan'da devam eden araştırma projeleri için bu sene daha kolektif ve heyecanlı süreçler geçecek.
Dünyanın çılgın dönüşüm döneminde yerel ve uluslararası işbirlikleri içinde program ve projeleri omuz omuza sürdürebilmeyi umuyorum. Aklımda yeni bienal ve fuar rotaları ile akademik çalışmalarımda öğrencilerimle tartışmaya açacağım yeni olasılıklar var.
Asıl soru işaretim ise şu: Bugünün kriz ortamında sürdürülebilir bir üretim modeli nasıl mümkün olur ve biz küratörler, sanat danışmanları ve akademisyenler bu sürecin hangi noktasında dönüştürücü bir rol oynayabiliriz? Bu nedenle yeni yılda daha dayanışmacı ve kolektif bir ruhla bu sorulara sahici yanıtlar aramak istiyorum.