Moda haftaları her zaman yeni koleksiyonların tanıtıldığı podyum gösterileri silsilesinden çok daha fazlasını karşımıza çıkarmıştır. Her defile, bir markanın vizyonunu açıkça hem görsel hem de duygusal olarak deneyimlemeye davet eden evrenler yaratır. Ve tabii ki bu evrenin inşasında en az kıyafetler kadar podyum, set tasarımı ve mekanın karakteri de kritik rol oynuyor. Defilenin temposunu belirleyen müzik, modellerin seçimi ve estetik yönelimler, set tasarımının sunduğu atmosferle bütünleştiğinde izleyici, koleksiyonun içine çekiliyor. Yani kısacası set tasarımı, bu sürecin görünmez kahramanı.
Moda evleri, defilelerin tekdüzeliğe düşmemesi ve izleyicide kalıcı bir iz bırakması için mekânları birer "damak temizleyici" gibi düşünüyor. Farklı koleksiyonlar arasında geçiş yaparken, katılımcının zihninde bir nefes alanı açmak, defilenin etkisini artırmak için vazgeçilmez. Bu yaklaşım, podyumu sadece kıyafetleri sergileyen bir platformdan, markanın ruhunu ve temasını somutlaştıran bir lezzete dönüştürüyor. Örneğin hafızalarımızdan silinmeyen son Chanel defilesinde, yeni kreatif direktör Matthieu Blazy'nin yaklaşımı podyumu yıldızlar arası bir sahneye dönüştürdü.
Benzer ama bir o kadar ayrışan şekilde Dior'un Jardin des Tuileries'deki defilesi de tarih ve modernitenin iç içe geçtiği bir sahne sundu. Jonathan Anderson, ilk kadın koleksiyonunu devasa bir ters piramitle tamamladı. Bu ters piramit, Dior'un mirasına yapılan güçlü bir göndermeydi ve defilenin ortasına yerleştirilen kısa film, izleyiciye markanın görsel arşivini sunarak mekân ile koleksiyon arasında bağ kurdu. Chanel'deki kozmik yaklaşımın aksine, Dior'da sahne, markanın geçmişine ve temellerine doğrudan bir gönderme yapıyordu. Bu iki örnek, set tasarımının koleksiyonun ruhunu nasıl farklı biçimlerde yansıtabileceğini gösterdi; biri evrensel bir hayal dünyasına, diğeri markanın tarihsel mirasına açılan bir pencere sunuyordu.
Louis Vuitton'un Louvre'daki defilesi, mekânın tarihsel ve kültürel ağırlığını koleksiyonla buluşturan bir başka örnek oldu. Galerinin birinci katı, geçmişin kraliyet atmosferini çağrıştırırken, uçuşan pastel tonlarındaki kıyafetler ve rahat kesimler izleyiciye "evdeymişsiniz" hissi verdi. Hala etkisi devam eden soygundan önceki defile Marie-Anne Derville'nin dekor tasarımı, çağdaş sanat eserleri, Art Deco mobilyalar ve 19. yüzyıl heykelleri ile koleksiyonu destekleyerek mekânın tarihî kimliğiyle modern estetiği birleştirdi. Bu sayede podyum, izleyicinin duygusal olarak koleksiyonla bütünleştiği bir sahneye dönüştü.
Saint Laurent'in Eyfel Kulesi eteklerindeki defilesi, Paris Moda Haftası'nın resmi başlangıcını simgeliyordu. Binlerce beyaz ortancayla süslenmiş YSL logosu, koleksiyonun canlı renkleriyle birleşerek hem romantik hem de köklerle bağ kuran bir atmosfer yarattı. Rock grubu Taxi Girl'ün "Paris" şarkısı eşliğinde podyumun atmosferi, izleyiciyi adeta bir koru içine davet ediyordu. Burada da set, koleksiyonun hikayesini destekleyen bir anlatım aracı olarak işlev gördü; podyumun fiziksel tasarımı, izleyiciyle duygusal bir bağ kurmayı sağladı.
Chanel'in kozmik düşsel dünyası, Dior'un tarihsel göndermeleri ve Louis Vuitton'un kültürel dokusu ile Saint Laurent'in romantik sahnesi, farklı markaların set tasarımını koleksiyonun ruhunu yansıtmak için nasıl çeşitlendirdiğini gösteriyor. Kısacası set tasarımcıları her defilede, mekânın potansiyelini en iyi şekilde kullanarak koleksiyonun merkezde kalmasını sağlamakla yükümlü. Bu, yalnızca estetik bir tercihin yanı sıra koleksiyonun mesajını ve tasarımcının vizyonunu izleyiciye net şekilde aktarmanın temel yolu.