Charlie Brooker'ın karanlık teknolojik distopyası, uzun bir aradan sonra köklerine dönmüş gibi görünüyor. Altı yeni bölüm; etik sorgulamalar, bilgi manipülasyonu, dijital bilinç transferi, nostaljiye duyulan açlık ve insan belleğinin kaybolan sınırları gibi pek çok konuyu, birbirinden çarpıcı hikâyelerle ele alıyor. Netflix'in prodüksiyon değerleriyle birleşen bu sezon, geçmişin nostaljisini taşısa da yeni çağın endişelerine son derece güncel yanıtlar veriyor.
Altıncı sezondaki fantastik anlatıların ardından dizi, 7. sezonda teknolojinin karanlık yüzüne yeniden odaklanıyor. Yapay zekâ, dijital klonlar ve hafıza manipülasyonu gibi temalar öne çıkıyor.
Dizide ilk kez bir devam bölümü çekiliyor. "USS Callister"ın devamı olan Into Infinity, dijital karakterlerin kaderini farklı bir boyuta taşıyor.
"Common People" bölümünde Rashida Jones'un canlandırdığı Amanda karakteri, dijital kapitalizmin kurbanı olarak izleyicide iz bırakan bir hikâyeye sahip.
Hollywood estetiğiyle tasarlanan bu bölüm, yapay zekânın sinema endüstrisinde yarattığı etik sorulara odaklanıyor.
Paul Giamatti'nin başrolünde yer aldığı bölüm, hafızayı tekrar tekrar izlemekle gelen duygusal yıkımı gözler önüne seriyor.
7. sezon, kara mizah dozunu artırıyor. Teknoloji karşısındaki çaresizlik, yer yer komik ama sert bir üslupla ele alınıyor.
Video oyun kültürü ve nostalji, "Plaything" bölümünde zekice harmanlanıyor. Peter Capaldi'nin performansı dikkat çekici.
Özellikle "Common People" bölümü, sağlık sistemi, dijital abonelik kültürü ve sınıfsal farkları sert biçimde eleştiriyor.
Ofis politikaları, dijital gerçeklik ve kişisel çöküş temalarıyla dikkat çeken bu bölüm, dijital manipülasyonun gücünü sorgulatıyor.
Bu sezon; erken dönem Black Mirror bölümlerini hatırlatan yoğunlukta, tematik olarak tutarlı ve teknik açıdan etkileyici bir bütünlük sunuyor.
Black Mirror 7. Sezon: Teknolojinin Karanlık Yüzüyle Yeniden Yüzleşmek
Yeni sezonun açılışını yapan Common People, Black Mirror evreninin alametifarikası olan "teknolojiyle şekillenmiş distopya" temasını neredeyse rahatsız edici bir gerçekçilikle geri getiriyor. Chris O'Dowd ve Rashida Jones'un hayat verdiği Mike ve Amanda çifti, yalnızca duygusal olarak değil, etik ve ekonomik olarak da altüst edici bir sistemin içine çekiliyor. Amanda'nın beynindeki tümör, geleneksel tedavi yöntemlerinin ötesinde bir seçenekle karşı karşıya bırakıyor çifti: zihinsel bir bulut yedeği. Rivermind adlı teknoloji şirketi, Amanda'nın bilincini bir sunucuya yükleyerek hayatta kalmasını mümkün kılıyor. Ancak bu "devrim" niteliğindeki teknoloji, kısa sürede kapitalizmin en acımasız yüzüyle buluşuyor.
Bölüm, yalnızca özel sağlık hizmetlerinin erişilebilirliği gibi konuları irdelemekle kalmıyor; aynı zamanda dijital abonelik kültürünün, yapay zekâ temelli hizmetlerin ve reklam destekli içerik modellerinin bireyin yaşamı üzerindeki potansiyel etkilerine dair keskin sorular soruyor. Amanda'nın bilinçli hali, düşük abonelik paketi nedeniyle reklamlara maruz kalıyor, uyuma süresi uzatılıyor ve konuşma hakkı dahi manipüle ediliyor.
Yönetmenlik, oyunculuk ve senaryo açısından sezonun en güçlü açılışlarından biri olan Common People, izleyiciyi karanlık bir gülümseme ve sindirilemeyen bir soru işaretiyle baş başa bırakıyor: "Yarının teknolojileri, kimin faydasına çalışacak?"
Black Mirror'ın yedinci sezonunda teknolojinin insan psikolojisini nasıl çarpıtabileceğine dair en net örneklerden biri Bête Noire. Başrolde Siena Kelley'nin canlandırdığı Maria karakteri, dev bir gıda şirketi olan Ditta'da ürün geliştiricisi olarak çalışıyor. Tat testinde karşısına çıkan eski okul arkadaşı Verity'nin, kariyerini ve zihinsel istikrarını adım adım altüst edeceğinden ise henüz habersiz. Bu bölüm, bir ofis dizisi gibi başlıyor; rekabet, gerilim ve gözle görülmeyen bir tehdit duygusuyla örülüyor. Ancak çok geçmeden her şey alışıldık Black Mirror evrenine taşınıyor: Gerçeklik algısı sarsılıyor, dijital kayıtlar değiştiriliyor, arama sonuçları bile manipüle edilmeye başlıyor.
Verity'nin varlığı, Maria için yaşadığı dünyayı tehdit eden bir simülasyon motoruna dönüşüyor. E-postalar farklı şekilde görünmeye başlıyor, güvenlik kayıtları çarpıtılıyor ve Maria'nın geçmişte yaşadığı olaylarla ilgili en temel bilgiler bile değiştiriliyor. Burada Brooker, günümüzün dijital hafızasına—yani arama motoru sonuçlarına, mail arşivlerine ve sosyal medya kayıtlarına—duyduğumuz kör güveni yerle bir ediyor.
Bête Noire, bir noktaya kadar harika bir ofis gerilimi gibi ilerliyor. Ancak ne yazık ki bölümün ikinci yarısında bu psikolojik gerilimin yerini, daha büyük bir teknolojik spekülasyon alıyor. İzleyiciyi küçük ama yoğun bir distopyaya hapsetmek yerine, Brooker yine sınırları zorluyor ve çok güçlü ama oldukça soyut bir teknolojiyle hikâyeyi genişletmeye çalışıyor. Bu tercihle birlikte, bölümün inandırıcılığı bir miktar zedeleniyor.
Yine de Maria karakterinin yaşadığı düşüş, izleyiciyi içine çekmeyi başarıyor. Ofis içi rekabetin, arkadaşlık maskesi takmış dijital sabotaja dönüşmesi; günümüz iş dünyasının yüzeydeki nezaketinin altındaki karanlık dinamikleri oldukça sert bir şekilde yansıtıyor.
Black Mirror'ın en duygusal bölümlerinden biri olmaya aday Hotel Reverie, nostaljinin estetikle buluştuğu, ama alt metninde oldukça sert etik tartışmalar barındıran bir yapıya sahip. Bölümde teknolojinin yeni formu ReDream, geçmişin ikonik filmlerini yeniden çevirmek isteyen yapım şirketleri için geliştirilmiş bir sistem. Bu sistemle, yaşayan oyuncuların bilinci dijital olarak bir film evrenine aktarılıyor ve orada orijinal kadroyla birlikte sahneleri yeniden canlandırıyorlar. Tıpkı bir oyun alanı gibi ama çok daha duygusal ve kalıcı sonuçlara açık bir teknolojiyle...
ReDream teknolojisi, Brandy Friday (Issa Rae) adlı oyuncunun 1940'ların bir melodramında başrolü canlandırmasıyla test ediliyor. Ancak yapay zekâ ile dijital arşivlerin birleşiminden doğan bu yeniden yapım süreci, kısa sürede etik ve duygusal bir karmaşaya dönüşüyor. Brandy'nin filmdeki partneri Clara (Emma Corrin) ile yaşadığı ilişki, yapay bir gerçeklik içinde gelişiyor; ancak bu yapaylık öylesine ince dokunulmuş ki, izleyici neyin gerçek neyin simülasyon olduğunu sorgulamadan edemiyor.
Corrin'in performansı bölümün en güçlü noktalarından biri. Klasik Hollywood dönemine ait tavırları, zarafeti ve kırılganlığıyla sadece karaktere değil, tüm hikâyeye sahici bir ağırlık kazandırıyor. Onun dijital olarak var olan ama içsel bir bilince sahip olup olmadığı belirsiz karakteri, bölüme felsefi bir derinlik katıyor.
Final sahnesi ise izleyicide iki duygu arasında bir boşluk yaratıyor: Acaba bu bir mutlu son mu, yoksa teknolojinin en insani duyguları bile kolonileştirdiği bir kabusun başlangıcı mı? İşte bu kararsızlık, bölümü diğerlerinden ayıran asıl detay oluyor.
Black Mirror'ın yedinci sezonundaki Plaything, nostaljinin karanlık bir tezahürü olarak karşımıza çıkıyor. Retro estetiğin cazibesini, zihinsel manipülasyonla birleştiren bu bölüm, özellikle video oyun geçmişine aşina olan izleyicilere hem tanıdık hem de ürkütücü bir deneyim sunuyor. Başrolde yer alan Peter Capaldi'nin ustalıklı performansı ise bölümü kısa sürede bir karakter çalışmasına dönüştürüyor.
Bölüm, Cameron isimli tuhaf görünümlü bir adamın marketten ürün çalarken yakalanmasıyla başlıyor. Ancak bu basit olay, kısa sürede bir sorgu odasında geçmişin katman katman açıldığı bir anlatıya evriliyor. Cameron, gençliğinde sıradan bir bilgisayar oyunu olan Thronglets ile tanışmış. Ancak bu oyun, yalnızca bir eğlence aracı değil; zamanla onun düşünce yapısını şekillendiren, hatta dünyaya bakışını değiştiren bir varlığa dönüşmüş. Oyundaki piksel karakterler, Capaldi'nin anlatımıyla neredeyse canlıymış gibi hissettiriliyor.
Thronglets, 90'lı yılların sade grafiklerine sahip bir oyun gibi görünse de, senaryo ilerledikçe çok daha büyük bir tehdidin aracı hâline geliyor. Cameron'ın saplantısı, kişisel bir delilik ve küresel ölçekte bir planın parçası. Hikâye, onun zihninin ne kadar ileri gidebileceğini sorgularken, bir yandan da teknolojiyle kurduğumuz bağı yeniden düşünmemizi sağlıyor.
Bölümün en güçlü yanlarından biri, tüm bu distopik tehdidin sade bir anlatı içinde verilmiş olması. "Az ama öz" kuralını hatırlatan Plaything, Black Mirror'ın ilk sezonlarındaki sıkı kurgu disiplinini yeniden hatırlatıyor. Son sahnede gelen sürpriz gelişme ise, bölüm boyunca birikmiş olan gerilimi sessiz ama etkili bir patlamayla tamamlıyor.
Sezonun en sade, en ağırbaşlı anlatılarından biri olan bu bölüm, teknoloji karşısında sadece korku değil, pişmanlık, özlem ve kabul gibi çok daha insani duyguları da gündeme taşıyor.
Başrolde yer alan Philip karakterine Paul Giamatti hayat veriyor. Yaşlanmış, yalnız bir adam olan Philip, geçmişiyle yüzleşebilmek için yeni bir teknolojiye başvuruyor: "Eulogy" adlı bir dijital bellek aracılığıyla fotoğraflarını yeniden ziyaret ederek, geçmişte yaşadığı bir aşkı ve kendi hatalarını yeniden görmek istiyor. Bu teknoloji, yalnızca anıları görselleştirmiyor; onları yeniden yaşanabilir kılıyor. Ancak her şey gibi bu da yüzeyde göründüğünden çok daha karmaşık.
Başlangıçta tatlı bir nostalji hissi uyandıran deneyim, kısa sürede daha karanlık sorulara dönüşüyor. Gerçekten doğru hatırlıyor muyuz? Yoksa yıllar içinde kendi hikâyemizi yeniden mi yazıyoruz? Philip, zamanla sadece bir anıya değil, kendi yalanlarına da bakmak zorunda kalıyor. Kendi yıkıcılığı, suskunlukları ve yüzleşemediği seçimleriyle yüzleşmek zorunda kalıyor.
Yapay zekâ rehberi olarak karşısına çıkan "The Guide" (Patsy Ferran), Philip'e eşlik eden dijital bir figür. Başta nötr bir anlatıcı gibi görünse de bölüm ilerledikçe rehberin de yargılayan ve hatta manipülatif bir tarafı olduğunu fark ediyoruz. Bu yönüyle Eulogy, algoritmaların ve yapay zekânın ne kadar tarafsız olduğu üzerine de düşündürüyor.
Bölümün görsel dünyası abartıdan uzak ama etkileyici. Fotoğraf anılarının üç boyutlu olarak canlandırıldığı sahneler, geçmişe dair duygusal geçişleri çok daha güçlü kılıyor. Giamatti'nin oyunculuğu ise tam anlamıyla bölümün kalbi. Her sahnesinde bastırılmış bir hüznü, küçük bir göz hareketiyle bile hissettirebiliyor.
Dördüncü sezonun sevilen bölümü USS Callister, teknolojik gücün bireysel takıntıyla birleştiğinde nasıl bir kabusa dönüşebileceğini anlatmıştı. Yedinci sezondaki Into Infinity ise bu hikâyenin kaldığı yerden, çok daha büyük bir evrende devamını getiriyor. Bu kez, klonlanmış dijital bilinçlerin artık özgür olduğu, ancak hâlâ sistemin parçası olmaktan kurtulamadığı bir evrendeyiz. Ve işler, uzay boşluğunda da olsa, hâlâ çarpıcı biçimde insani.
Into Infinity, hem Black Mirror evreni için bir ilk hem de dikkatle işlenmiş bir bilimkurgu devam hikâyesi. Eski sistemin kodlarıyla yaratılan sentient (duyarlı) karakterler, bu kez 30 milyon oyuncunun olduğu dev bir online evrende hayatta kalmaya çalışıyor. Ancak onların durumu çok daha kırılgan: gerçek oyuncular öldüğünde yeniden doğabilirken, onlar için ölüm gerçek ve kesin. Bu kırılganlık, etik tartışmaları, varoluşsal sancıları ve sistemsel eşitsizliği yeniden gündeme taşıyor.
Bölümün kalbindeki duygusal anlatı ise, bu dijital varlıkların kendi iç dünyalarında hâlâ "insan" gibi davranıyor olmaları. Kendilerini kurtaran teknolojinin hâlâ tehdit olabilme potansiyeli, Brooker'ın uzun süredir dokunduğu "kurtuluş sistemin içinde mümkün mü?" sorusunu bir kez daha hatırlatıyor. Bu açıdan Into Infinity, hem bir uzay operası, hem de felsefi bir labirent.
Bu sezon; erken dönem Black Mirror bölümlerini hatırlatan yoğunlukta, tematik olarak tutarlı ve teknik açıdan etkileyici bir bütünlük sunuyor.
Fotoğraflar: Netflix